Amerikan Hegemonyası ve Donald J. Trump

Akademik literatürde genel olarak bir devletin diğer devletler üzerindeki tahakkümü şeklinde ele alınan hegemonya kavramı aslında İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin formüle ettiği haliyle ‘zor ve rızanın birbirini karşılıklı dengelediği’ bir birleşim olarak ele alınmalıdır. Bu tanımlamanın doğrultusunda sadece zor kullanımı veya sadece rıza üretimi temelinde egemenliğini kalıcı biçimde sürdürebilen bir sosyal sistem veya devletten bahsetmemiz mümkün değildir. Bu yazıda Amerikan hegemonyasının rıza ve güç kullanımını başarılı bir şekilde dengelediği İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem ile, rıza üretiminin azalmaya başlayarak yapısal olarak Amerikan hegemonyasının dönüşmeye başladığı 1970ler sonrası ele alınacaktır. Bu tarihsel bilgiler ışığında 47. Amerikan Başkanı Donald J. Trump’ın ekonomi politiğinde yaratmaya çalıştığı ‘mükemmel fırtına’ tartışılacaktır.

Amerikan Hegemonyasının Tarihsel Gelişimi ve Dönüşümü

ABD’nin hegemonya yolculuğu üretimde muazzam seviyelerde etkinlik getiren ‘Fordist’ üretim ve Büyük Buhranı takip eden yıllarda ‘Keynesyen’ ekonomik planlamasıyla başlamış fakat bu ulusal gücün uluslararası sistemi şekillendirmesi II. Dünya Savaşı sonrasında mümkün olmuştur.

1939-1946 yılları arasında reel olarak yüzde 50 büyüyen ABD ekonomisi, 1946 yılında dünyadaki diğer ekonomilerin toplamından daha büyük bir ekonomik hacme ulaşmıştır[i]. Bu yüzden Amerikan hegemonyasının genişlemesi dünya ekonomisinin, özellikle de Batı Avrupa ekonomilerinin toparlanmasına bağlıydı. Çözüm, Keynesyen politikaların uluslararası düzeyde genişletilmesi ve dünya ekonomisinin kitlesel tüketimi teşvik edecek şekilde düzenlenmesiydi. Marshall Planı savaşın yıkıma uğrattığı ekonomilerin toparlanması için gerekli maddi kaynakları sağlarken, Bretton Woods sistemi dünya ekonomisi için gerekli çerçeveyi sağladı ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması küresel ölçekte serbest ticaretin kurumsallaşmasını sağladı. Bu ekonomik sistem savaştan yıkılan ekonomilerin toparlanmasını sağlamakla kalmamış, Amerikan şirketlerinin uluslararasılaşmasına da olanak tanımıştır. Örneğin, 1960’ların sonlarına doğru, Amerikan otomobil şirketleri İngiltere pazarının yarısından fazlasına ve Almanya’nın yüzde 40’ına sahipti; Ford ve GM ise Fiat’tan sonra Avrupa’nın ikinci ve üçüncü büyük otomobil üreticileri konumundaydı[ii].

Bu düzeni başarılı kılan en önemli faktörler ise ABD dolarının altının yerine ‘rezerv’ olarak dünyanın kalanında kullanılmaya başlaması ve uluslararası ticarette koruyucu tarifelerin sistematik olarak azaltılmasıydı. Amerikan dolarının altına sabitlenerek rezerv haline dönüşmesi diğer ülkelerin kendi ekonomilerini stabil hale getirmesine olanak sağlarken, öte yandan uluslararası ticareti teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir yapı da oluşturmuştur. Fakat bu durum ABD’nin 1960’lı yıllar itibarıyla diğer ülkeler ile üretimde rekabetini azaltıcı bir unsur olarak, Amerikan hegemonyasının zayıflamasına neden olmuştur.

İstihdam ve üretimi destekleyen, görece işçi haklarını vahşi kapitalizm karşısında koruma altına alan Keynesyen politikaların terk edilmesi Büyük Buhran yıllarından beri devletin sıkı kontrolü altına girmiş olan Amerikan finans çevrelerinin ulusal ve uluslararası piyasada serbestçe dilediğini yapabilmesine olanak tanımıştır. Literatürde ‘finansallaşma’ olarak da adlandırılan bu dönem, Amerikan hegemonyasının üretim üzerinden kapitalist birikim yerine finansal yöntemler üzerinden kapitalist birikime geçmesini ifade eder. İlk olarak Nixon Hükümetinin ABD’nin sabit kur rejiminden dalgalı kur rejimine geçmesiyle başlayan finansallaşma süreci daha sonra OPEC Petrol krizi ile Amerikan hegemonyasının dönüşümünü tamamlamasını sağlamıştır. Artan ticari rekabet ve azalan ABD üretkenliği ile ABD’nin değişen düşünsel duruşunu en iyi ifade eden alıntılardan birisi ise Nixon hükümetinin Hazine Bakanı John Connally’den gelmiştir; “Yabancılar bizi kazıklamaya çalışıyor, onları daha önce kazıklamaksa bizim işimiz [iii].

OPEC petrol krizini fırsata çeviren ABD, kendi para birimini tekrar rezerv yapmanın yolunu petrol ticaretini sadece ABD doları ile yapılmasını sağlayarak bulmuştur. Bu sayede fiziksel altın barındırma ve uluslararası ekonomiyi çapalama görevinden sıyrılan ABD, dünyanın kalanının üretim ve ticaretten kazandığı artık değeri petrol satışlarında dolara çevirerek, kendi bankacılık sektörü üzerinden tekrar uluslararası piyasalara dağıtabilmeye başlamıştır. ABD finansal sektörü başta olmak üzere özel sektör bu süreçten faydalanarak karlılıklarını muazzam seviyelere çıkarırken, ABD devletinin bitmek bilmeyen kronik borçlanma serüveni bu süreç ile başlamıştır.

Trump ve Gümrük Tarifeleri Savaşları

ABD’nin dünya ticaretindeki azalan ticaret hacmi ve Çin karşısında artan ticaret açığı her dönem tartışma konusu olsa da bu konu hakkında en radikal adımları her iki döneminde de Trump hükümeti atmaktadır. Tartışmalarla dolu iş ve televizyon kariyerini başkanlık uygulamalarına da taşıyan Trump, genelde dengesiz bir siyasetçi olarak algılanmaktadır. Aslında Trump’ın yapmaya çalıştığı şey bir yandan 1970lerde başlayan ‘üretimin uluslararasılaşması’ ve ‘finansallaşma’ sürecini ABD’nin ulusal çıkarına dayalı bir düzene çevirmeye çalışırken, öte yandan rızaya dayalı bir kurallar bütünü olarak ABD’nin kurulmasına ön ayak olduğu uluslararası sistemin zararına olacak şekilde farklı bir yöne çevirmek gibi gözükmektedir. 1946-1970 arasında sistemdeki bütün aktörlerin faydalandığı ama en çok ABD’nin kazandığı barışçıl ve uyumlu uluslararası ekonomik sistem şu anda ABD’nin en büyük rakibi Çin’in daha çok kazanç sağladığı bir noktaya gelmiştir. Bunun yanı sıra BRICS gibi doların petrol ile olan özel ilişkisini her an tehdit edebilecek bir kurumun genişleyerek büyümesi ABD’yi finansal bağımlılığı azaltma çabasına itmektedir. Bu açıdan bakıldığında Trump’ın başlattığı ve bence kontrollü olan ‘Gümrük Tarifesi Savaşları’ ABD’nin stratejik zayıflığına dönüşen finansallaşmayı zayıflatarak tekrar Amerikan üretimini güçlendirmeyi hedefleyen planlı bir ekonomi-politika aracıdır. Trump’ın ekonomi politikaları dışında kalan askeri, siyasi ve yönetimsel adımları ise Amerikan hegemonyasının rıza üretimini bırakıp, artık uluslararası meseleleri tehdit ve zor kullanımı yoluyla çözme çabasını gösteriyor. Bu tip bir dönüşüm ise kısa vadede ABD çıkarına sonuç verebilecek olsa bile, Amerikan hegemonyasının sürdürülebilir olmasının önünde büyük bir engel olacaktır.


[i] Frieden, J. A. (2006). Global capitalism: Its fall and rise in the twentieth century. New York: W.W. Norton & Company.

[ii] Frieden, J. A. (2006). Global capitalism: Its fall and rise in the twentieth century. New York: W.W. Norton & Company.

[iii] Odell, J. S. (2014). US international monetary policy: Markets, power, and ideas as sources of change. Princeton University Press.

Oku

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Dr. Öğr. Üyesi Özgün TURSUN

Lisans: Ege Üniversitesi Yüksek Lisans: Zirve Üniversitesi Doktora: University of Nottingham

Araştırma Konuları : Uluslararası Politik Ekonomi, Göç Çalışmaları, Historical Sociology, Political History.

Latest videos