Mehmetcan Şahin
Trump’ın 2024’te yeniden başkan seçilmesiyle birlikte, özellikle dış politikada nasıl bir yol izleyeceği merak konusu olmuştu. Seçim kampanyasında küresel çatışmaları sona erdirme vaadinde bulunan Trump, Rusya-Ukrayna savaşını bitirmeyi öncelik haline getirmiş, bu doğrultuda göreve gelir gelmez Rusya ile diyaloğu artırmış ve ateşkes için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Yazı kaleme alınırken de taraflar arasında ateşkes müzakereleri sürmektedir.
Bu yazıda Trump’ın dış politika vizyonunu Rusya-Ukrayna savaşı çerçevesinde inceleyerek bu vizyonun uluslararası sistemdeki mevcut krizle ilişkisini ortaya koymaya çalışacak ve günümüzdeki çatışmaların yalnızca münferit olaylar değil, küresel sistemdeki yapısal krizin yerel dinamiklerle etkileşiminden kaynaklandığını öne süreceğiz. Aşağıdaki üç bölümde önce uluslararası sistemdeki krizi, sonra bu krizin Avrasya’daki yansımalarını, ve son olarak da Trump’ın bu ortamda attığı dış politika adımlarını değerlendireceğiz.
Eski Dünya Ölüyor, Yenisi Doğmak İçin Mücadele Ediyor: Şimdi Canavarların Zamanı
Bu bölümün başlığı Antonio Gramsci’nin meşhur sözünden alınmıştır. Gerçekten de bu ifade günümüz dünyasını çok iyi yansıtmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı tarafından inşa edilen uluslararası sistem, 1980’lerde Reagan ve Thatcher dönemleriyle birlikte neoliberal bir dönüşüm sürecine girmiş ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tüm dünyaya yayılmıştır. Gramsci’nin yaklaşımını takip edersek, her yerel, ulusal ya da uluslararası sistem bir sınıf ya da sınıf fraksiyonunun hegemonya projesine dayanır. Bu hegemonya hem maddi/zorlayıcı hem de manevi/rızaya dayalı mekanizmalarla kurulur.
Neoliberal uluslararası sistemin maddi gücü, Batı sermayesinin küresel düzeydeki rekabet edilemezliği ve gerektiğinde devletlerinin ekonomik ya da askeri araçlarla başka devletleri yönlendirme kapasitesiydi. Rıza üretimi ise demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi “evrensel” değerler aracılığıyla sağlanıyordu. Ancak zamanla bu mekanizmalar aşınmaya başladı. NATO’nun Kosova müdahalesi ya da ABD’nin Irak işgali gibi tek taraflı eylemler, sistemin meşruiyetini sorgulatmaya başladı. Ayrıca Batı’nın, herkese serbest ticareti dayatırken kendisinin korumacı politikalar yürütmesi çevre ülkeler tarafından sorgulanan bir meseleydi.
Bu kriz 2008 küresel finansal çöküşüyle zirve yaptı. Batı sermayesinin “yenilmezliği” sorgulanır hale geldi. Avrupa ülkeleri Körfez sermayesiyle, ABD ise Çin’in müdahaleleriyle ekonomideki istikrarı sağlayabildi. Dahası, bu kriz gelişmiş ülkelerde de ciddi sosyo-ekonomik sorunlar doğurdu: Orta sınıfın erimesi, gelir adaletsizliğinin derinleşmesi, endüstrinin çevre ülkelere kayması bu sistemin gelişmiş ülkeler için yarattığı en temel sorunlardır. Trump gibi popülist liderlerin yükselişi ve Brexit gibi kopuşlar bu sorunların yarattığı toplumsal olgulardır.
Bugün gelinen noktada neoliberal sistem, vaat ettiği refahı sağlayamadığı gibi, kendi varlığını sürekli yeniden üreten maddi ve manevi kaynaklarını da yitirmektedir. Ancak uluslararası sistemler öylece yok olmazlar. Tam aksine, onların kalıntıları üzerinde yeni sistemlerin doğması için farklı sınıf ve sınıf fraksiyonları arasında şiddetli mücadeleler başlar. Bu geçiş dönemi bir düzenin istikrarından ziyade istikrarsızlığın hâkim olduğu bir “canavarlar zamanı”dır.
Rusya-Ukrayna: Bölgesel Dinamikler ve Küresel Krizin Kesişimi
Bu sistemsel kriz, Rusya ile Ukrayna arasındaki gerilimleri de askeri çatışma düzeyine taşıyacak bir ortam yarattı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Batı, Doğu Avrupa’da kendi hegemonyasını kurmak üzere harekete geçti. NATO’nun genişlemesi ve Avrupa Birliği’nin entegrasyon mekanizmaları bu sürecin en önemli aygıtlarıydı.
1990’larda Rusya, bu sistemin parçası olmaya çalıştı; ancak yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal krizler (özellikle 1998’deki finansal kriz) bu süreci sekteye uğrattı ve sonunda Putin’in iktidara gelişine zemin hazırladı. 2008 krizinden sonra ise Batı daha agresif bir genişleme siyaseti izledi. Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği gündeme geldi. Bu durum Rusya’nın arka bahçesi olarak gördüğü Kafkasya ve bölgedeki en önemli partneri Ukrayna’da Batı’nın kurumsal olarak yerleşmesi anlamına geliyordu.
Batı, müdahaleci geçmişine sahip (Kosova, Irak vb.) bir güç olarak artık doğrudan Rusya’nın sınırında konumlanmaya başlamıştı. Bu da Rusya açısından Ukrayna’nın Batı sistemine entegre olması ve kendisinin Ukrayna’dan tamamen dışlanması anlamına geliyordu. 2014’teki Kırım’ın ilhakı ve Donbass’taki çatışmalar bu sürecin dönüm noktalarıydı. Bugün ise sistemdeki meşruiyet ve istikrar krizinin bu bölgedeki yerel gerilimlerle birleşerek doğrudan askeri bir mücadeleye dönüştüğünü görmekteyiz.Bu durum artık uluslararası sistemin mevcut krizinin, yerel dinamiklerle nasıl tehlikeli bir şekilde etkileşime girdiğinin bir örneğidir. Avrasya, bu etkileşimin en açık yaşandığı coğrafya haline gelmiştir.
Trump ve Yapabilecekleri
Trump, başkan olduktan sonra Rusya-Ukrayna savaşını bitirmek amacıyla aktif diplomasi yürütmeye başlamış ve Biden yönetiminin sert yaklaşımının aksine doğrudan müzakere ve uzlaşı arayışına yönelmiştir. Ancak bu politika hem ABD içinde hem de küresel ölçekte tartışma yaratmıştır.
Trump’ın girişimlerinin önündeki en büyük engel, artık uzlaşı zemini sunabilen hâkim bir uluslararası sistemin bulunmayışıdır. Soğuk Savaş sonrası Batı merkezli neoliberal düzenin hem maddi hem manevi temellerinin aşınması, tarafların üzerinde anlaşabileceği bir çerçevenin oluşmasını zorlaştırmaktadır.
Sahadaki askeri denge de diplomatik çabaları sınırlamaktadır: Ukrayna Batı desteğine rağmen kesin bir üstünlük sağlayamamakta ve asker bulmakta zorlanırken, Rusya yaptırımlar ve ekonomik baskı nedeniyle hareket alanını kaybetmektedir.
Bunlara ek olarak ABD, AB, Ukrayna ve Rusya’nın birbirleriyle çelişen talepleri müzakere sürecini kilitlemektedir. Ukrayna tam egemenlik isterken Rusya güvenlik garantileri talep etmekte; Trump uzlaşı arayışındayken AB çatışmanın sürmesini desteklemektedir.
Bu çok aktörlü ve belirsizliklerle dolu ortam, Trump’ın barış girişimlerini ciddi biçimde zorlaştırmakta ve diplomatik çözüm ihtimalini zayıflatmaktadır.
Canavarların Zamanında Gerçeklik Okuması
Bu yazının amacı geleceği öngörmek ya da siyasi kehanetlerde bulunmak değildir. Bilimin temel işlevi, olmuş veya olmakta olan olguların nedenlerini analiz etmektir. Bu analizler zaman zaman geleceğe dair bir öngörü ufku sunsa da geleceğin kesin olarak bilmek mümkün değildir. Zira Hegel’in de dediği gibi, “Tarihin bizim ona atfettiğimizden çok daha büyük bir hayal gücü vardır.” Bu nedenle, tahmin edilemeyen küçücük bir detay dahi olayların yönünü kökten değiştirebilir.
Bu yazı da yaşanan gelişmeleri yalnızca Trump veya ABD merkezli okumak yerine, daha geniş yapısal ve tarihsel bir çerçevede, uluslararası sistemin krizi ile bölgesel dinamiklerin etkileşimini merkeze alarak değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Rusya-Ukrayna savaşı, çok katmanlı bir olgu olarak hem bu sistemik krizden hem de bölgedeki sınıf mücadelelerinden beslenmektedir. Ayrıca bu krizi kendi lehine yönlendirmeye çalışan birçok aktör durumdadır.
Bu nedenle gündeme gelen bilgi ve haber akışlarını yalnızca “olanı aktaran” içerikler olarak değil, aynı zamanda sahadaki güç mücadelelerinin bir uzantısı olarak değerlendirmek gerekir. Zira artık 2000’lerin başındaki gibi bütün dünyada hegemonyasını sağlamış bir sınıf fraksiyonunun karakterize ettiği bir uluslararası düzende yaşamıyoruz. Şu anda canavarların zamanındayız – ve bu canavarlar yalnızca cephe hattında değil, hayatın her alanında, ekonomi, siyaset, kültür ve bilgi üretimi dahil olmak üzere her düzlemde kıyasıya bir mücadele içindedirler.

Oku