Türkiye siyasetinde bazı kavramlar vardır ki, kullanıldıkları anda toplumun tüm kesimlerinde bir ortaklık hissi yaratır: barış, kardeşlik, demokrasi, adalet… Bu kavramlar, birlikte yaşamın da mayasıdır. Ancak bazen öyle bir biçimde çerçevelenir ki, içleri boşaltılarak otoriter bir rejimin normatif meşruiyet aracına dönüşebilir. Özellikle son aylarda kamuoyuna sunulan “Terörsüz Türkiye” vizyonu da böyle bir dönüşümün işaretlerine sahip. Görünüşte barış, demokrasi, insan hakları gibi demokrasinin kapsayıcı kavramlarını benimserken, içerikte farklılıkları dışlayan, devlete sadakati esas alan, milliyetçi-devletçi bir otoriterlik tahayyülünü besleme potansiyeline sahip.
Bu tür bir tahayyülün söylemi genellikle yumuşak bir dille başlar. Terörsüz bir Türkiye hayalinden, demokratik bir Türkiye’nin mümkünlüğünden, toplumsal barış ve ortak yaşam arzusundan dem vurur. Ancak burada bahsedilen barış, çoğulculukla değil, kimliksiz bir uyumla mümkün kılınır. Bu anlayış, farklı kimliklerin şiddetsiz siyasal temsiline “bölücülük” gerekçesiyle karşı çıkar. “Milli birlik” kavramını, bir ortak yaşam zemini yerine devlete sadakatle bağlanmış tekil bir kimlik üzerinden tanımlar. Farklılıklar ancak depolitize olduklarında kabul görür. Temsil değil bastırma, tanınma değil asimilasyon önerilir. “Türkiye partisi olmak” gibi ifadeler, yalnızca ülke çapında örgütlenmeyi ve ülkenin sorunlarını bir politika programına taşımayı değil, tek devlet, tek millet, tek bayrak çizgisine koşulsuz bir ideolojik sadakati belirtir. Bu nedenle, barış çoğulculukla değil, tek bir kimliğe uyumla, yani siyasal homojenlikle mümkün kılınır. Bu homojenlik, farklılıkların potansiyel tehdit olarak kodlandığı, aynılığın kutsandığı bir düzenle özdeşleştirilir. Sonuç olarak böyle bir tahayyül, çoğulluğun tanındığı bir demokrasi değil; devlete sadakatin ödüllendirildiği milliyetçi otoriter bir düzenin normatif altyapısına işaret eder.
Bu siyasal tahayyülün ikinci boyutu, ifade özgürlüğü, muhalefet hakkı ve protesto gibi temel demokratik ilkelerin daraltılmasıdır. Siyasal muhalefet “halkı isyana çağıran provokatörler” olarak suçlanırken, ifade özgürlüğü kamu düzenine tehdit, protesto hakkı ise kriminal bir eylem biçimi olarak çerçevelenir. Sokak siyaseti “anarşi” ile eşanlamlı hale getirilir. Böylece barışçıl protesto ve eleştiri hakları bastırılırken, “demokrasi” yalnızca sandıkla sınırlı, farklı siyasal katılım biçimlerini dışlayan bir yapıya indirgenir. Halkın katılımı içermeyen, muhalefet alanı daraltılmış, hak arama yolları kapatılmış bir güvenlik devleti söylemi öne çıkar. Vatandaşlık hakları ancak devletin onayladığı sınırlar içinde geçerli sayılır. Demokratik kurum, kural ve prosedürler iktidarın ideolojik sınırlarına tabi kılınır.
Bu tahayyül aynı zamanda kurumsal ve anayasal düzlemde de tahkim edilmeye çalışılır. Siyasal partilerin meşruiyeti, halktan ziyade devlete ve onun ideolojik normlarına bağlı hale getirilir. “Kimlik siyaseti” yapılmaması adı altında, tüm yerel ve kültürel çeşitlilik siyaset dışı ilan edilir. “Sivilleşme”, sivil toplumun siyasal etkisinin budanması ve siyasetin yalnızca devletin meşru gördüğü değerler etrafında şekillenmesi anlamına gelir. “Temsil” ancak belirli bir kimliğe sadakat gösterildiğinde meşru kabul edilir. “Siyasal etiğe uygunluk” altında partilerin ve siyasi aktörlerin ifade alanı denetime tabi tutulur; söylemler yasayla sınırlanır. Ortaya çıkan böyle bir düzen, Weberyen anlamda yasal-rasyonel bir otoriteye değil, milliyetçi ideolojiye sadakatle işleyen, devletin merkezde olduğu bir otoriter tahakküm rejimine işaret eder. Bireysel hak ve özgürlükler doğuştan gelen haklar değil, devletin lütfuna bağlı imtiyazlar olarak tanımlanırken; hukuk, kamu düzeni ve güvenliği gerekçesiyle esnetilir.
Bu tür bir siyasi rejim, demokrasi değildir. Çünkü demokrasi yalnızca sandıkta seçme hakkından ibaret değildir. Hele ki yukarıdaki tahayyüle uygun düşen adayların yarışabildiği bir seçimle hiç özdeş değildir. Serbest ve adil seçimlerin yanı sıra, iktidarın devletle özdeşleştirilmediği ve iktidarın seçimle değişebildiği, muhalefetin meşru kabul edildiği, protesto dahil tüm hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, farklılıkların tanındığı, kimliklerin görünür olduğu, çoğulcu temsiliyetin kurumsallaştığı, medyanın özgürce yazabildiği ve siyasi partilerin halka karşı sorumlu olduğu bir rejimdir. Yukarıda tasvir edilen siyasal tahayyül ise bu temel ilkelerin hiçbirini içermez. Aksine, görünürde uzlaşma içerikte dışlama, görünürde adalet içerikte baskı, görünürde temsil içerikte sadakat taşır. Bir anlamda, güçlü bir milliyetçi-devletçi ideolojinin gölgesinde, tekil kimliğe dayalı bir siyasal mühendisliktir. Ve bu mühendislik yalnızca muhalefeti değil, demokrasinin bizzat kendisini hedef almaktadır. Kavramların gasp edilerek özgürlükçü değerlerin otoriter retorikle ikame edildiği bir rejim söz konusudur. Ve bu durum, yalnızca ifşa edilmemeli, aynı zamanda eleştirel siyasal mücadele ve dirençle karşılanmalıdır.
Terörsüz bir Türkiye elbette mümkündür. Ama çoğulluksuz, özgürlüksüz, eşitliksiz bir Türkiye ne barışçıl ne de demokratiktir. Çünkü demokrasi, “birlik içinde farklılık”ın mümkün olmasıdır, ve farklılıklar eşit vatandaşlık temelinde tanınmadan ve temel hak ve özgürlükler herkes için güvence altına alınmadan gerçek bir birlik kurulamaz.
Oku